Varoluş sürecimizdeki en önemli, en temel kavramımız bizim dışımızdaki ve içimizdeki herşeyle TEMAS halinde olmamızdır. Tıpkı bir piyanonun 88 tuşu gibi. Varoluş alanımız 88 tuştan oluşuyorsa, bizler, birer organizma olarak yaşamımız sürecinde bu tuşların sadece bir kısmını tanıyor, onlarla müzik yapıyoruz. Ancak sistem bizi karşılaştığımız farklı insanlarla yaşadığımız deneyimlerle daha önceden keşfetmediğimiz tuşları keşfetme fırsatı elde etmemiz için fırsat yaratır. Ancak bu durum, genelde, kaygı, çaresizlik, acı ve öfke deneyimleri şeklinde kapımızı çaldığı için yaşadıklarımızı fırsat olarak görmeyiz. Bu gibi deneyimlere temas etmemek için elimizden geleni yaparız.
Temas etmemek dediğimiz şey, şikayet, kurban rolü oynamak, suçlamak vs. gibi otomatik davranış biçimlerinde bulunmak ve sonucunda da aynı döngüleri tekrar ve tekrar yaşamaktır.
Temas etmek ise, bu olumsuz deneyimin bir değişim fırsatı olduğunu anlayıp altında yatan incinme potansiyeli ile yüzleşmek üzere yola çıkmaktır.
Varoluş sürecimizde, bu yolun haritasını keşfetmek başlangıçta zor da olsa zaman içinde keyifli hal almaya başlar. Öncelikle ilk yapmamız gereken şey, yaşanan her olumsuzluğu masaya yatırmak olmalı.
Sloganımız ise; dışarıda olan her şeyin bizimle ilgili olduğunu kavramamız ve varoluşumuzda (henüz dokunmadığımız 88 tuştan bir tanesi) temas etmediğimiz bir tarafımız olduğuna işaret etmektedir. Başka bir deyişle, yadsıdığımız, görmezden geldiğimiz bir tarafımız ile karşılaşmışızdır.
Bildiğimiz yönlerimizle yaşamak kolaydır. Çünkü tanımlıdır, tanıdıktır, değişmemiz kendimizi yeniden yapılandırmamız için bir şeyler yapmamız, uğraşmamız gerekmez. Yaşamımızı bu tarafında konumlandırmak, diğer tarafı görmezden gelmemize sebep olur. Bu tarafımızla karşılaştığımızda acı, kaygı, öfke ve çaresizlik yaşarız. Aslında bu deneyimler değişime, bireyin yadsıdığı tarafı ile temasa etmeye açık bir davettir.
Peki neden kendimizi bir tarafa konumlandırıp diğer tarafı yok sayarız?
Neden otomatik ilişki tarzları kullanır, güvenli alanda kalmayı yeğler, yaşamımızda olumsuz, bitmemiş, maruz kaldığımız, farkında dahi olmadan içselleştirdiğimiz, kanıksamış olduğumuz toplumsal ve bireysel değer yargıları ve inanç sistemleri ile yaşarız?
19.yüzyılda pire sirkleri çok popülerdi. Minicik yaratıkların etkileyici gösterileri halk tarafından çok tutulmaktaydı.. Bu arada pireler yüksek atlama şampiyonudurlar. Kendi boylarının 300 katı kadar atlayabilirler. Çok iyi eğitilmiş gibi gözükürler, hiç kaçmaya çalışmazlardı
Peki , bu pireler nasıl eğitiliyordu?
Cam kapaklı bir kavanoza konulan pireler, kaçmak için sıçramaya başlıyor ama her seferinde kavanozun cam kapağına çarpıyorlardı. Defalarca kapağa çarpan pire, sonunda ne kadar yükseğe sıçrarsa sıçrasın canının acıyacağını öğreniyordu.
Bir süre sonra artık sıçrama isteği kalmayan pirenin kaçmayacağından emin olununca kavanozdan çıkarılıyordu. Pire kalan ömrü boyunca belirli bir yükseklikten fazla sıçramıyordu.
Peki kimi eğitmek daha kolay; pireleri mi, insanları mı?